Önsöz

Geri dönüp bakma zamanı gelmiş.
Tozlu raflara ne çok düşünce kırıntısı yüklemişim. Silkeledim bir dosyayı, şöyle bir göz attım; güncelliğini yitirmiş olaylar... öyle olsalar da olaylar, sorunlar, sebepler, neticeler hep aynı.

İlk defa kamuya açık fikir beyan etmiyorum. Esin kaynağım genelde hep güncel sıkıntılar olmuş. Bakıyorum da, onların arka planında yatan doğal ve mutlak gerçekleri aramış, işleyişlerin sistematiğini sorgulamışım. Boşa doldurulmuş sayfalar... rüzgara bırakılmış namelere benziyor.

Bu sefer kalıcı olacaksa bir başlık bulmalıyım sanal köşeme diye düşünüyorum. Zor...

Yazıların çoğu politik, bir miktar da teknik, ama öykü de var, şiir bile yazmışım. Bir başlık altında sıkıştırmak ne mümkün. Şimdi bunları toparlamayı da beceremem ben; tanıyanlar bilirler, hatta “işleri yarım bırakan adam” olarak alay bile etmişlerdir benimle. Neyse madem bir başlangıç yapmaya karar verdik...
Hem zaten düşünmenin de, yazmanın da sonu getirilemez ki.

Başlık üzerinde çok düşündüm. Kendimi bildiğim bileli akıntının dışında durmayı yeğleyen biri olarak gözlemlediğimi fark ettim; genel başlığın böyle olması da bana oldukça uygun göründü.
bilemeyeceğimiz kadar engin,
göremeyeceğimiz kadar karanlık,
duyamayacağımız kadar sessiz
olsa da içimizden dışımıza uzanan sonsuz,
umut hep var olacak,
bilseydik yarın güneş yine doğacak.
ne farkı vardır beynin derinliğinin,
uzayın enginliğinden?
kah dışarıdan içeriye sızan bir karanlık,
kah içeriden dışarıya yansıyan bir ışık
ve onların arasına sıkışan bir ben.
kaotik prosedürlerin oluşturduğu
belirsiz bir programın görüntüleri
biri birini kovalayacak hep,
insanoğlu adı verilen bu ekranda.

Akıntıya düşen...

Akıntının dışında durup, oradan akıl vermek, maval okumak kolaydır derler. Bunu diyenler akıl verenleri zaten pek sevmezler, onlar kendileri gibi, akıntının içinde tam olarak da ne yapacağını bilemeden boğulmamaya çabalayan birine akıl danışmayı tercih ederler. Boğulan, sürüklenen, itilip kakılan yakındır, tanıdıktır, danışılabilecek kişi odur. Girdaba kapılmış gidiyorsun, kıyıda duranın, canı yanmayanın umurunda mı? Seslensen sesini duyar mı? Duysa ne olacak, suya atlayıp seni mi kurtaracak?

Su yaratığı olarak tasarlanmadığımı bildiğimden beri akıntıya kapılmamaya dikkat ederim. Suyu anlayabilmek için, karada kalmayı, akıntıyı kavrayabilmek için de kıyıdan bakmayı yeğlediğimden beri canım daha az yandı. Suyun yeryüzünden buharlaşarak göğe çıktığını, yoğunlaşan buharın yağmur olup yağdığını, yere düşen suyun toprağa can verdiğini, yerin altında biriken suyun kaynak olup fışkırdığını, kaynağın ırmak olup aktığını, sonra da göle, denize ulaşıp oradan yeniden buharlaştığını görebilmek için bu doğal döngüye dışarıdan bakmam gerektiğini anlamıştım.

Yanıma gelen arkadaşa soruyorum “Bir akıntının içine düşmüşsün, sürüklenip gidiyorsun; hiç düşünmeden bana cevap ver, ne yaparsın?” diye. Siz de kendinizi sınamak açısından, bir an için gözlerinizi kapatın ve bir yanıt arayın; bakalım aklınıza ilk ne gelecek.

Aldığım cevaplara göre, insan genellikle ilk önce tutunacak ya bir kaya ya da bir dal arıyor. Yani insan aklı öncelikle onu sürüklemekte olan akıntının sonsuz gücüne karşı durma fikrini üretiyor. Gerçek yaşamda da bunu böyle yapmakta olduğu kuvvetle muhtemel. Takati kesilip, akıntının içinde boğulana dek onu sürükleyen büyük ve sonsuz güce karşı durma çabası...

Bize doğuştan böyle bir güdü yüklenmiş olabilir mi? Yoksa genetik bir sapma neticesinde oluşan yeni bir davranış tarzı ile mi karşı karşıyayız?

Bu davranışın nedenini irdelemek üzere yola çıkıyorum. Fizik dünyanın gerçeklerini gözardı edemem, metafizik inanışları da; evrim’e inanmaktan yanayım, ama redcileri redetmeden...

İnsanoğlunun ya da insankızının davranışlarının doğruluğunu değerlendirebilmek açısından akıntıya kafa tutmayanların dünyasına da sıkça yolculuk yapmam gerekecek, insan davranışlarının izlerini doğada aramak, hayvan davranışlarını gözlemleyerek, benzer durumlarda insanı ayrıştıran karar mekanizmalarının nasıl oluştuğunu tespit edebilmek ve davranışları öngörebilmek, doğru ya da yanlış doğal düzene kafa tutmalarını gerekçelendirebilmek bu yolculuğu cazip kılan nedenlerden bazıları. Statükoyu oluşturanların körü körüne vazgeçilmezlerinin de, onlara kafa tutanların savunularının da yıkılabilirliklerinin kanıtlarını doğal olgu içinde aramak ve bulmak pek de zor olmasa gerek.

İnsanın da, diğer canlı türlerinin de gerek birbirleri ile olan, gerekse içinde var oldukları ekosistem ile olan alış-verişlerindeki benzerliklerin sergilendiği bir düşünce galerisi imar edilebilir mi?

Tüm bu alış-verişlerin merkezindeki ölüm ya da açlık, beslenme ve üreme, üretim ve paylaşım halleri, kavga ve korku anları, hukuk ve adalet, suç ve ceza, inanç ve idealler, ahlak, gelenek, tabu ya da vicdan, etik ve estetik değerler, dişi ya da erkek bakış açıları, birey, aile, topluluk anlayışları, savunma mekanizmaları, şiddet, güç ya da silah kullanımı, ekonomi ve büyüme projeleri, eğitim, ulaşım, yapılaşma ile ticari uygulamalar, teknoloi ve hammadde kullanımı gibi alışkanlıkların irdelendiği bir yolculuğun izleri bu galeride sergilenebilir mi? Bu arada alış-veriş sözcüğü, pazar ya da markette yapmakta olduğumuz eylemden ziyade, yeryüzündeki ilişkiler zinciri içinde yer alan tüm değişim ve dönüşümlerin ifadesi olarak anlaşılması gerekiyor.

Asıl olan ne ya da esas olan, birinci derecede önem arz eden meselemiz ne? Asıla ve esasa dair beklentilerimiz doğru mu, gerçekleştirilebilir mi? Gerçeğe ne kadar yaklaşabiliriz? Bunu ne kadar istiyoruz? Gerçekten sapmak daha mı doğru bir yol yoksa? Buna benzer daha nice sorular sorar insan yaşamı boyu. Nice kocaman kitaplar yazılır, dersler verilir gerçek sanılan üzerine, gerçeğin etrafında döner durur, insan zihninin ürünü çoğu kavram. İşte ‘çevre’ mesala, bir şeyin etrafını anlatan, o şeyin tesir alanına ait olan anlamında bir kavram; ya çevrelenen şey ne?

İnsan...

Bu evrende kendini merkezde konumlandırma konusunda oldukça hevesli olan canlının ikinci büyük yanılgısı. Birincisi neydi diye mi soruyorsunuz; tüm evrenin onun yaşadığı dünyanın çevresinde döndüğü zannı.

Çevre hareketi içinde yer alanlar ne denli haklı bir kavga sürdürseler de, onları “çevreci” olarak niteleyen ve genelleştiren, sütçü, yoğurtçu, gazeteci, ayakkabıcı, eskici, hurdacı v.b. zenaat erbabına yakıştırılan bir kavramla anılıyor olmalarından rahatsızlık duymamaları, aslında “çevrecinin” çevre adını verdiği sorunsalı felsefi olarak içselleştiremediğinin de bir göstergesi. Oysa çevremizde olup biteni anlayabilme uğraşı içinde olan bilim dalına Ernst Haeckel henüz 1866’da “Ekoloji” kavramı ile anmayı uygun görmüş. Kavramın, Yunanca oikia(ev) ve logos(bilim) kelimelerinin birleşkesinden üretilmiş olması, konuya evin idaresi ya da bilimi olarak bakan, üzerinde yaşadığımız dünyayı, ait olduğumuz düzeni “evimiz” ya da “barınağımız” olarak algılayan parlak bir zihnin ürünü olduğunu görüyoruz. Ama gelin görün ki, uygulamada ‘uygar’ insan kendi ürettiği kavramı unutmuş, evi yaşanamaz hale getirecek eylemler ve etkinlikler alanında bir yarış başlatmış. Peki, ne oldu, hangi cazibenin peşine takıldı da bu insan bir zamanlar evi ya da barınağı olarak tanımladığı varlığın topyekun yıkımına girişmiş bulunuyor. Onun bu ego-merkeziyetçi aklının sapma nedenlerinin doğada başka örneklerini de gözlemleyebilir miyiz?

Önce şu bizim meşhur akıntıya geri dönelim; dala tutunan arkadaşımız henüz sürüklenip gitmemiş. “Sigorta iflas etmemiştir umarım.” diye dua ediyor ve kurtarıcıların gelmesini bekliyor, öyle oracıkta. Küçükken dedesinin anlattığı hikayeleri anımsıyor, boğazı yüzerek karşıya geçerlermiş, hatta bir seferinde adalara kadar yüzerek gidip gelmişler. O ise yaşamın malum akıntısı içinde yüzmeye ayıracak vakti hiç bulamamış, şimdi kendine güvenini yitirmiş ve apışıp kalmıştı. Öyleyse ona helikopterimizden bir halat sallandıralım, kurtaralım akıntıdan ve deneyin ikinci safhasına geçelim.

Sokaktan bir kedi ya da bir köpek kapalım, hayvansevenler duymasın ama, kaptığımız gibi atalım onu da aynı nehire ve izleyelim ne yapıyor diye. Dala mala tutunmayı hiç düşündüğü yok, akıntıyla akıp giderken bir yandan da kıyıya doğru yüzüyor. Nerede sığ ve sakin suyu bulursa, oradan kıyıya çıkacak, silkelenecek, kürküne takılan suyun son zerreciklerini de üzerinden sıyırıp atacak. Su dünyasına ait olmadığını iyi bildiği anlaşılıyor. Biraz da aklı varsa hemen uzaklaşacaktır oradan, size yan yan bakaraktan. Belli mi olur tutar bir deneme daha yapmaya kalkarsınız, kanıtın bilimsel olması da gerekiyor ya.

Neyse hayvanımız da kurtuldu sonunda akıntıdan. O kendi çabasıyla çıktı kıyıya; soramadık, nereden biliyordu ne yapacağını ya da kim öğretmişti ona ne yapması gerektiğini bu durumda.

Ya şu bizim akıllı... Sistemin içinde sürüklenirken, tüm genetik bilgiyi unutan ve kendine olan güvenini kaybeden herkes gibi o da kendince tedbirini almış, “akıntı sigortasını” yaptırmış, tüm yaşamı boyunca da çalışmış çabalamış, taksitlerini hiç geciktirmeksizin ödemiş ve kurtarılmayı da hak etmişti. Suya attığımız hayvanın düşündüğünü düşünmeye hiç gerek duymamıştı, çünkü kendini teslim etmiş olduğu sisteme güveniyor, ona helikopteri göndereceklerini biliyordu.

"Zaman kendi evlatlarını yutar."

Herşeyden önce kaos varmış. Kargaşa ya da düzensizlik değil de, her şeyi oluşturan teklik anlamında kullanılırmış kaos kavramı. Kaostan ilk önce toprak ana Gaia ile göklerin tanrısı Uranos oluşmuşlar. Onlardan da diğer tanrılar...

Mitolojik başlangıç ile birlikte iktidar savaşı ve saray entrikaları da başlamış.

Çocuklarının iktidarı ele geçirmelerinden korkan Uranos yeni doğanları yerin derinliklerine, Tartaros'a atarmış. Bu duruma üzülen Gaia eşinden nefret etmiş ve çocuklarını babaları Uranos’a karşı kışkırtmış. Babalarına karşı gelenlerin en kurnazı olan Kronos sonunda onun tahtı ele geçirmeyi başarmış. Ancak o da kardeşlerinin güçlemesinden korktuğu için onları cehennemde bırakmış. Kader midir bilinmez ama, iktidarını tehdit ederler diye o da yeni doğan çocuklarını yutmaya başlamış. Kronos kavram olarak zaman anlamına geldiği içindir ki, o zaman bu zamandır 'zaman kendi evlatlarını yutar' diye gelinmiş.

Evlatlarını yutan zaman mıdır, tanrı mıdır mitoloji yoruma açık. Ama bir gerçek var ki, o da kendilerini tanrı sananlar bugün dahi iktidarları sallandığında yegane çareyi kendi evlatlarını yemekte, yutmakta görürler.

Aşağıdakiler-Yukarıdakiler

Bu adı taşıyan bir tv-dizisi vardı bir zamanlar. Özel kanallarımız var mıydı tam hatırlamıyorum, ancak türk dizilerinin yokluğunda halkımız yabancı dizilerle yatar, yabancı dizilerle kalkardı o günlerde. Dizi meraklısı olmamakla birlikte, muhtelif dost, akraba ziyaretlerinde hasbel kader bir kaçını seyretmiş, hatta bazılarına ilgi dahi duymuş olduğumu itiraf etmeliyim. Bu da o dizilerden biriydi. Bilmeyenler için, kısaca hatırlatmam gerekirse, geçen yüzyıl başı İngiltere’sinde asilzade bir ailenin malikhanesinde, soylular ile hizmetkarlar arasında geçen bir efendi-uşak ilişkisi ele alınıyordu bu dizide. İlginç olansa, yerli benzerlerinden alışık olduğumuz sınıfsal kavga ya da farklılıkları konu alan bir dram, ya da aşağılayıcı bir komedi yerine, sınıflar arası bir uyum ve uzlaşı platformunda gerçekleşen bir bilgeler kongresini seyrediyor hissine kapılıyor olabilirdiniz.

Dizinin adından da anlaşılacağı üzere yukarıdakiler evin zengin, soylu, eğitimli sahipleri, aşağıdakiler ise evin alt katında yaşamlarını sürdüren emekçilerdi. Tarihin derinliklerinden gelen bu sosyal ya da sınıfsal farklılık her zaman, her yerde tartışılmış, toplumsal ya da siyasal ayrışım ve kavgalara olduğu kadar, çok sayıda yazıya ya da diziye de konu olmuştur.

Ancak bu dizinin kahramanları sınıfsal ayrımı hoşgörü çerçevesinde kabullenmişler, birlikte yaşamı uyum ve harmoni içinde sürdürüyorlar. Efendiler efendi olabilmenin derin eğitimini almışlar, aşağıdakileri küçümsemiyor, onları ezmiyor, onlara haksızlık etmiyorlar. Aynı uşakların uşaklığı liyakat ile sürdürmekten gocunmadıkları gibi; onlar da sınıfsal konumlarından şikayetçi olmaksızın, sorumluluk bilinci ve efendi olmayı bilene uşak olmak meziyettir yaklaşımı içinde, görevlerini yerine getirmekle meşguller. Gerek evin güncel meseleleri gerekse ülkenin geleceğini ilgilendiren konular hakkında tarafların kendilerine özgü fikirleri olduğu gibi, aralarındaki siyasi tartışma ve fikir alışverişleri her zaman nezaket ve hoşgörü kurallarına uygun olarak gerçekleşiyor. Konumlar hazmedilmiş ve sindirilmiş, efendi-uşak, ya da fakir-zengin çatışması gözlemlenmiyor. Uşaklar evi yönetiyor, efendiler de ülkeyi. Aşağıdakiler günü tasarlarken, yukardakiler geleceği tasarlıyorlar. Yukarıdaki aşağıdakinin hakkını verdiğinden midir bilinmez, aşağıdaki yukarıdakinin koltuğuna oturmayı aklından bile geçirmiyor.

Demokrasiyi hazmetmiş insanların ülkelerinde sınıflar arası ilişkilerdeki bu olgunluk bizim ülkemizde kimilerine yabancı gelecektir. Benim nereden aklıma geldi şimdi bu dizi onca yıl sonra, diye soranlar olacaktır. Son zamanlarda ortalıkta çok farklı mutluluk istatistikleri dolaşmaya başladı; birilerine göre ülkemizde yaşayanlar büyük oranda mutlularmış, bir diğer araştırmaya bakarsanız da tam tersi. Her zamanki gibi birileri yalan söylüyor.

Mutlu olunan bir evde huzursuzluk yaşandığı pek görülmemiştir. Ancak, evde herkes kendini patlamaya hazır bir barut fıçısı gibi hissediyorsa, orada birşeylerin yanlış işlediğini söylemek için müneccim olmak gerekmez. Ortak bir düzenin bozulması, genel olarak ortaklardan birinin ya da birden fazla sayıda ortağın başlangıçta mutabık kalınan ortaklık sözleşmesine yakışmayacak bir tutum içine girmesi ile ortaya çıkar. Tarafların karşılıklı beklentileri, hakların ve görevlerin deklare edildiği ortaklık sözleşmesi ile belirlenmiştir. Yöneten ya da yönetilen, taraflardan biri karşı tarafa bilerek yalan bir vaadde bulunmuşsa, ortada etik bir sorun var demektir. Yok, kişi tüm iyi niyetine karşın, vaadlerini yerine getiremiyorsa, bu kez de onun kendini ya da işini bilmediğini gösterir. İki durumda da, ev iyi yönetilemediği için, düzen bozulur, birinci durumda neden ahlaksızlıktır, ikinci durumda ise ahmaklık; aynı tespitleri ülke yönetimleri için yapmak da gayet olanaklıdır.

Bilgi, birikim, beceri, sorumluluk ve dürüstlük kaliteli bir işin teminatıdır. Ya da cümleyi tersinden kurmak gerekirse, o bütünlüğü ruhunda barındıran zekadır ki, mutluluğa da, huzura da açılan kapının anahtarı da odur. Nasıl ki ehliyetsiz bir şöförün trafiğe çıkmasına izin verilmiyorsa, devleti yönetmeye talip olanların da mutlaka ehliyet sahibi kişiler arasından seçilmeleleri gerekir. Nasıl ki bir mühendisin bir bina inşa edebilme ehliyetine vakıf olabilmek üzere yüksek tahsil yapması, diploma alması gerekiyorsa, milletin vekili olmaya talip olan kişilerin de ülke yönetimi konusunda eğitimli ve diploma sahibi olmaları gerekmektedir. Aksi takdirde ülke, işin mahiyetini ve de cidiyetini kavrayamamış ehliyetsiz kişilerin neden olduğu kazalardan kurtulamayacaktır. Ülke insanı cahil kalmış olabilir, kimi neden seçtiğini bilemeyebilir, ama bakan, vekil, bürokrat, yargıç ya da silahlı güçler cahil olamaz, olmamalıdır. Tarihin derinliklerine baktığımızda, belli bir zeka düzeyinin üzerine çıkamayan kişilerce yönetilen toplumlarda, bireyin demokratikleştiğini zan ettikçe özgürlüklerini yitirmekte olduğunu anlamakta geç kaldığını, daha önce de görmüşüzdür.

Bu endişeler bana bu eski diziyi hatırlatmış olmalı. Ezcümle, aşağıdakilerin kalitesi ne kadar evdeki düzenin ve mutluluğunun teminatı ise, yukarıdakilerin kalitesi de ülkenin bugününün ve geleceğinin o kadar teminatı olduğu unutmamak gerekiyor. Gidişattan emin olmak istiyorsak, huzur ve mutluluğun göstergesi olarak aşağıdakiler ile yukarıdakiler arasındaki dialogun tonlamasına bakabiliriz.

Sevilen bir devlet mi olmak istiyoruz, yoksa korkulan bir devlet mi?

“Glasnost” ve “Perestroika” kavramları ile 1985 yılı Nisan ayında dönemin başkanı Mikhail Gorbaçov’un Sovyetler Birliği Komünist Partisi merkez yönetim komitesi toplantısındaki konuşması sırasında ilk kez tanışmıştık. O zaman UDSSR’in zamanla tedavülden kalkacağını, onun yerini önce Bağımsız Devletler Topluluğu’nun, akabinde de bağımsız Rus Cumhuriyetlerini’nin ortaya çıkabileceğini kimse hayal bile edemezdi.

“Glasnost” ile açıklık, şeffaflık, hür düşünde ve ifade özgürlüğünü, “Perestroika” ile de ekonomik ve politik yeniden yapılanmayı hedef alan bir değişim sürecini politbüro üyelerine ilan eden tarihi konuşmasına Gorbaçov’un, “Mesele olmak ya da olmamak değil, mesele korkulan bir devlet olarak mı kalmak istiyoruz yoksa sevilen bir devlet olmayı mı hedeflemeliyiz?” diyerek başlaması sanırım bugüne dek bu konuşmayı yorumlayanların tamamının gözünden kaçmış olmalı.

Polonya’da Valesa’ya yolu açan, Doğu ile Batı Almanya arasındaki duvarın yıkılması, soğuk savaşın sona ermesi, demir perdenin özgürleşmesi ve Sovyetler Birliğinin dağılması ile neticelenen bir sürecin temelini atmış olduğunu Gorbaçov dahi hayal edemezdi. Bu girişim ona Nobel Barış Ödülü'nü getirdi. Ancak kısa bir süre sonra Gorbaçov’un “Görevimi kaygı içinde, ama umutla bırakıyorum ve herkese iyi şanslar diliyorum.” diyerek görevinden istifa ettiğine şahit olduk.

Gorbaçov’un girişim ya da akibetinden ziyade sorduğu soru geçmişten günümüze üzerinde tartışmaların süregeldiği esas konulardan biridir.

“Sevilen bir devlet mi olmak, yoksa korkulan bir devlet mi?”

Gorbaçov bu soruyu ilk soran değil; muhtemel ilham kaynağı rönesansın düşünür ve devlet adamı olan Niccolo Makyavelli. Onun ünlü "De Principatibus", “Prens” adlı kitabında derinlemesine irdelenmiş bu konu daha 500 yıl öncesinde.

Bu eserde Makyavelli "insanlar kendini sevdiren birinden çok, kendiden korkulan birine zarar vermeyi göze alamazlar" der ve netice olarak ülkeyi yönetene, ister soydan gelen biri olsun, ister seçimle gelen bir “Prens”, “devletin varlığını sürdürmesi doğrultusunda alacağı kararlar asla sorgulanamaz ve devletin amacını sürdürmek için alabileceği her karar mübahtır.” önerisinde bulunur.

Gorbaçov tarihi konuşmasında Makyavellist düşünceye atıfta bulunurken, aynı onun sorduğu soruyu kendi politbüro üyelerine sormuş, ancak onun önerdiği ne şeffaflık ve yeniden yapılanma teklifi, ne de bu yönde atılmasını önerdiği politik adımlar ülkeye birlik, bütünlük ve barış getirebilmiştir. Bu bağlamda boyunduruk altındaki halkları özgürleştirme ya da totaliter devleti demokratikleştirme çabası Gorbaçov’a nobel getirmiş olsa da, onun kararını alkışlayan halkların bugün özgürlüğe kavuştukları ya da başka tiranların köleleri olmaktan kurtuldukları anlamına gelmiyor.

Makyavelli’den bu yana 500 yıl geçti ve nice toplum tiranları, derebeyleri yenerek yeniden demokrasiyi keşvetti. Keşvetti de iyi mi oldu? Bence asıl soru bu.. Ya da şöyle soralım, demokrasi ile tüm sorunlar hal oldu ve insanlar daha refah ve daha mutlu bir düzene mi kavuştular? Ya da insanların yeni düzenden, devletten artık korkmadıkları, bilakis düzeni ve devleti sevdikleri söylenebilir mi? Herkesin kendince bu soruya vereceği bir yanıt vardır elbette.

Varlığın sürdürülmesi güvene dayalı bir meseledir. Şimdi sevdiğiniz birine mi güveneceksiniz, yoksa korktuğunuz birine mi diye abes bir soru mu sormalıyız? Öyleyse devletin sevilen bir kurum olması güvenilirliği açısından oldukça önemli.. Peki devleti seven var mı? Bu da halka sorulması gereken sorulardan biri.
Yoruma açık…

Devletsiz toplumdan ya da kabile düzeninden, devletli topluma geçiş, toplumsal bir evrim olarak algılanmıştır. Ben soruyorum, doğal yasa ile uyum içinde olmayan her hangi insan ürünü yapay bir düzen ya da fikir var kalabilmiş midir?

Bugün dahi yeryüzünün geleceğini belirleyen güçler bu sorunun yanıtını Makyavelli ve de Gorbaçov’dan sonar da aramaya devam ediyorlar. Bugün için doğru yanıtın, yani sevilen ve güvenilen bir devlet olmanın vaz geçilemez kurallarının, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinde aranması gerektiği kararına varılmış olduğu görünüyor. Emperyalist dünyanın büyümesi için gereken kölelik düzenini alenen savunan Komünist Ütopya tercihini baskı ve korku üzerine kurulu senaryodan yana kullanarak başından itibaren iflas etmeye mahkum bir seçeneğin peşinde koşmakta olduğunu sonraları kabul etmek zorunda kalırken, köleliği görüntüsüzleştirmeyi başaranlar, demokrasinin, halkın sözüm ona iradesinin tecellisinden başka bir şey olmadığına inandırmayı başararak, şimdilik yarışı kazanmış görünüyorlar.
Ancak ne demokrasi ne de serbest piyasa ekonomisi yeryüzünde yaşayan halkların köleleşmesine ve emeğin sömürüsüne bir çare olabilmiştir.

İnsan aklının ürünü her “idea” gibi “demokrasi” de vasat ve ölümlü insan için ulaşılması olanaksız bir temenniden başka bir şey değildir. Nasıl ki, adalet, vicdan, etik, estetik vb. insani değerler doğal yasa ile uyumsuzluk arz ediyorlarsa, demokrasi kavramının da, doğal olmadığını söylemek için kahin olmak gerekmez. Daha açık ifade etmek gerekirse:

-İnsan aklı görünen gerçekleri, doğru algılamak, doğru yargılamak ve doğru uygulamak konusunda, insanın kendini teslim edebileceği yeterli gelişime henüz vakıf olabilmiş değildir. Bu bağlamda, insan aklının aldığı hiç bir karar güvenilir değildir ve şüphe ile değerlendirilmelidir.

-Aklın gelişmesi, kalıtsal sınırların izin verdiği oranda eğitilebilir, geliştirilebilir.

-Yeryüzünde varlık gösteren tüm insanlar için, insana layık bir varoluş önemseniyorsa, bu varoluşu yönetecek ve yönlendirecek kişilerin özel olarak eğitilmeleri ve yetkin olduklarına dair ciddi bir sınavı başarı ile tamamlamaları gerekir. Mühendis, biolog, ekolog, doktor, hukukçu, sosyolog ya da felsefeci olarak çalışmaya hak kazanmayı gerektiren eğitim ne kadar uzmanlaşma gerektiriyorsa, devlet adamı olmak da en az böyle bir uzmanlaşma ve ciddiyet, mümkünse yukarıda sayılan vasıfların tamamına vakıf bir uzmanlığı gerekirir.

-Zeka, akıl, eğitim, bilgi ve beceri yoksunu insalsılar tarafından yönetilen toplumların demokrasiye gereksinimleri olmaz; ormanda yaşayanların, ormanın dışında olan biteni bilmeleri gerekmediği gibi, onların insani değerler üzerine kafa yormalarını da gerektirmez. Netice olarak, demokratik bir düzende ülkeyi yönetmeye aday olanların kalitesinden seçmenler kesinlikle emin olabilmelidirler.

Seçenin ve seçilenin bilgisiz ve eğitimsiz olduğu bir toplum demokrasi beklentisi içine giremez. Ancak demokrasi yer yüzünde insanın keşfettiği ne ilk değerdir ne de son değer olacak. Bilimsel verilere göre evrenimiz 13.7 milyar yıldır vardır, yeryüzü de 5 milyar yıldır ve bir o kadar daha da var olacağı söyleniyor. Bunca derin bir geçmişin bilgisine haiz olmadan, diğer canlı türleri arasından sıyrılarak dünyanın ve evrenin efendisi olduğuna karar veren ilkel yaratığın son buluşları, fikirleri ve iktidara heveslenenlerin kendini bilmezlikleri nasıl değerlendirilmeli?

“Acı çekerek geldim dünyaya, şaşırdım ve hayret ettim olan bitene, istemeye istemeye gidiyorum ve hiç bir şeyin bilinemeyeceğinden başka bir şey öğrenmedim.” Diyerek ayrılır akılcılığın babası Sokrates insanların arasından; onlar ki onu zehir içerek ölüme mahkum etmişlerdir. Ölümlü cahillerin kararına uyar, bedeninden ve yaşamından vaz geçerek zehiri içer. Biz gene de tarihin derinliğine baktığımızda, onun hakkında karar veren "soylular iktidarının" kimlik ve fikirlerinden ziyade Sokrates’in bakış ve görüşlerini okuruz. Onun savunması ve dramatik sonu karanlık günlerimizde bize iyileştirici bir ilaç gibi etkir.

Kötülük karanlıkta yeşerir; karanlığı yenebilecek yegane güç ışıktır. Işık iyidir, ışık candır, ışık ümittir. Ne yazık ki, iyinin her zaman yaptığı bir hata vardır, iyi haklı olduğu için hiç bir zaman örgütlenmeye gereksinim duymaz; bu bağlamda iyiyi arayanlar onu devletsiz varoluşu becerebilme yeteneğine sahip olanların dünyasında bulacaklardır.

Demokratik Açılıma çözüm önerisi olarak, Sivil Jüri

1966 yılında, Bertrand Russell ve Jean-Paul Sartre’ın girişimi ile Amerikan Devleti Vietnam’da sürdürdüğü savaş ve savaş suçları nedeni ile yargılandı. “Vietnam Tribunal“ olarak bilinen bu yargılama girişimi, suç işleyene karşı hiç bir yaptırım gücü olmamasına karşın, sivil yargı girişimi tarihinde bir ilk olması açısından bir önem taşımaktadır.

Neticede, ABD hükümeti ve silahlı kuvvetleri uluslararası hukuka göre Vietnam'a karşı
saldırı suçu işlediği, sivil hedeflere karşı yoğun ve sistemli bombardıman yaptığı, kullanılması yasak olan silahlar kullandığı, savaş esirlerine ve sivillere karşı, uluslararası hukuka aykırı insanlık dışı muamelelerde bulunduğu ve bu nedenlere bağlı olarak da Vietnam halkına karşı soykırım yaptığı için suçlu bulunmuştur. 18 ülkeden çok sayıda yazar, düşünür, sanatçı, politikacı, bilim insanı, gazeteci, akademisyen ve sivil toplum örgütü temsilcilerinin katıldığı bu mahkeme ile bugün Türkiye’de süren malum açılım ve yargılama süreçleri bir şekilde irtibatlandırılabilir mi diye bir soru geldi aklıma.

Türkiye’de sürmekte olan her iki girişimin buluştuğu noktayı, bugünkü devletin ya da sistemin, dünkü devleti ve sistemi yargılaması olarak nitelersek, pek yanılmış olmayız sanırım. Gücü darbe ile ele geçirmiş olmak, ya da devleti ele geçirmek için darbe planı yapmak ile, sözüm ona demokratik yollardan bir siyasi görüşün, bir inancın ya da bir cemaatin sistemin içine sızarak, tek başına karar ve yargı organına dönüşmesi arasında, netice olarak belirgin bir fark yoktur. Tarihin derinliklerine bakıldığında, gerçek demokrat olmayan düzenlerde dahi, iktidar olan ve devletin gücünü elinde tutanların, halkın oyunu ve onayını almanın yanı sıra, hakkaniyet ve tarafsızlık ilkelerini sürdürebildikleri sürece kalıcı oldukları, ülkenin ve halkın güncel sorunlarını ve geleceğe dair endişelerini görmezden ya da duymazdan geldikçe, ülkenin de o kültürün de birlikte yok oldukları, dağıldıkları ya da diğer güçlerce köleleştirildikleri görülür.

Devletimizin yakın geçmişte çok sayıda insanlık suçu işlemiş olduğuna dair sanırım kimsenin şüphesi yok; bunların ört bas edildiğine dair de.. Dünkü devleti yargılayan bugünkü devletin, bu gidişle yarınki devlet tarafından yargılanacağı da aşikar, hele de dokunulmazlıkları kaldırılma talebi ile milletvekilleri hakkında mecliste bekleyen dosya sayısının milletvekili sayısını kat be kat aşmış olduğu bu günlerde.. Peki bu suçları işleyenler ve onları himaye eden güçler, nasıl tutulacak ve nasıl yargılanacak, ya da azınlıklara karşı uygulamış oldukları ayrımcılık politikaları demokratik bir düzene yakışır şekilde nasıl iyileştirilecek?

Vietnam-Tribunal’i bu soruya yanıt olabilir düşüncesi ile önemsiyorum.
Bu sanal yargılama süreci, sivil, tarafsız, barış ve demokrasi yanlısı entellektüel birikim ve temennilerin bir araya gelmiş olmaları bakımından önemliydi, ancak alınan kararların her hangi bir yaptırım gücü yoktu. ABD hükümetleri ve silahlı kuvvetleri, dünya çapında sahip oldukları gücü daha sonraları da değişik vesilelerle, dünyanın değişik coğrafyalarında uygulamaktan hiç bir zaman geri durmadılar; onları yargılayabilecek yeni bir organ da yeniden ortaya çıkamadı. Anlayacağınız, birey suç işlerse, devlet tutar, yargılar, cezalandırır. Ya devlet suç işlerse? Onu kim tutacak, kim yargılayacak ve kim, nasıl cezalandıracak?

Şimdi, ülkeme dönüp gelişen süreçlere yeniden bakıp, durumu değerlendirdiğimde, soruyorum:
“Yassıada sabıkalı” bir zihin yapısı ile bugünkü Ergenekon yargılamaları arasında geçen yarım asıra karşın, ülkeyi yönetenlerin zihin yapılarında olumlu bir gelişme görebildiğimizi söyleyebilmek mümkün müdür? Mümkün olduğunu söyleyen devletlüm, demokratik açılımlarına inanmamızı, devlete ve sisteme güvenmemizi sağlamak istiyorsa, yapacağı ilk iş bu iki süreci, “Ergenekon Davası” ve “Kürt açılımı” konularındaki kararları hemen bugün sivillere bırakarak işe başlamalıdır. “Yassıada” ya da “Ergenekon” vb. süreçlerde devletin sürekliliği ve itibarı, sistemin inanılırlığı ve güvenilirliği söz konusu olduğunda, yargıcın üzerindeki tek başına karar vermenin ağır yükü de göz önüne alındığında, kararın, halkın duygusallıklarından etkilenmeyecek derecede tarafsız, nesnel karar alabilme yetkinliğine sahip kişilerin oluşturduğu sivil bir jüriye, ya da bilgeler ve bilirkişlerden oluşacak bir heyete bırakılması en doğru yaklaşım gibi görünüyor.

Bir ülkede sebebi ne olursa olsun adalet mekanizması işlemiyorsa, birileri kendince bir adalat sistemi kurarlar ve işletirler. İşte o zaman devlet ile bu yeni oluşum arasında bir kavga kopar. Kavgada kazanan taraf olmaz. Az dayak yiyen taraf kazanan gibi görünse de, çok dayak yiyen tarafların da kavgadan zaman zaman daha karlı çıktıkları görülmüştür. Kavgadan en karlı çıkan taraf ise kavgayı organize edendir. Bu kavga bireysel olmaktan çıkıp, ulusal ya da uluslararası bir boyuta getirilmişse, artık kavgayı kayıpsız durdurmak giderek olanaksızlaşır. Bu bağlamda, günü kurtamakla iştigal etmeye mecbur kalan bir iktidarın da ülkenin geleceğini teminat altına alabilecek kalıcı bir demokrasiyi yerleştirmesi bir hayalden ibaret kalacaktır.

Kan dursun demek, kan davası dursun demek kadar kolaydır. Çoğunluk da bu düşüncededir zaten, ancak durdurulması gerekeni uygulamak için masaya oturma istekliliği ortaya konduğunda bile şekilsel sorunlar çıkar ortaya; ya da sorundan nemalanan birileri taş koyarlar masaya. Ancak her türlü kaybı göze alaraktan kavgayı ölümüne sürdürmek için tarafların ya çok zengin ya da çok ahmak olmaları gerekir. Kavgayı durdurabilecek, sorunu halledebilecek tek çözüm yolu genel mutabakatla ortaya çıkabilecek tarafsız bir oluşumdur.

Bu doğrultuda, Vietnam-Tribunal çok da uygun bir örnek olmasa dahi, benzeri bir uygulama ile ulusal sorunlara pek ala çözüm üretebilecek bir şekil bulunabilir. Bu vesile ile devletin kendi insanına, kendi entellektüel birikimine güven göstermesi açısından da büyük bir fırsat yakalanmış olunacaktır. Taraf olan gölge etmez ve kararı güvenilir, sivil bir yapıya bırakma kararlılığını gösterebilirse, bakarsınız bir çözüm bile çıkar ortaya.

Ülkemin içine düştüğü karanlık çukurdan çıkabileceğine dair umudunu yitirmeden, hızla demokratikleşme süreci içine girileceğinin hayalini kuran çok sayıda insan görüyorum. Ben onlardan biri değilim ve hangi bilgi, hangi birikim ve kimlerle olacak bu süreç, henüz öngöremiyorum. Bir muhalefeti dağdan indirme girişimini, öteki muhalefet dağa çıkarak yanıtlamayı düşünüyorsa, umudunu sürdürmekte kararlı olanların çoğalarak yükselen sesleri, korkarım karlı dağlara uzaktan bakanların kulaklarında sönerek sessizleşen bir yankıdan ibaret kalmaktan öteye geçemeyecek .

Bir düş gördüm dün gece, bir düş içinde.

Bir ziyafete katılmışım.. masa bir birinden leziz, ekzotik yemeklerle donanmış. Nimetler kapanın elinde kalıyor. Sessizce, harıl harıl yeniyor yemekler.. insanlarca.

Gözümün önünden ölümü bekleyen kara derili, koca kafalı, iskeleti çıkmış, aç çocukların yüzleri geçiyor bir an. Solmak üzere gözleri... Gözyaşlarını içen sinekleri kovacak takatleri kalmamış açlıktan.

Onlarla dayanışmak istercesine boş tabağıma baka kalmışken uyanmışım.

İnsanlar salona geçmişler, sesleri geliyor uzaktan, puro kokan bir sis sızmakta yemek odasına, seslere karışmış. Ev sahibinin obez kedisini yakaladım, masadaki son kırıntıları götürürken; tabakları parlatmış tek tek. Neyse dedim... sadece bir düş imiş..
Bir düş içinde... Yoksa?

Ayı balı bol bulunca..

Ne yapacağını atalarımız söylemiş zamanında, deyimi tekrara gerek yok.

Zaman zaman Avrupa Birliği çiftçilerinin atalarımızın deyimlerine nazire yaparcasına milyonlarca litre sütü sokaklara döküp saçtıklarını, sebze fiyatları düşünce de bunları da tarlaya ya da nehire attıklarını sıklıkla görürüz. Et fiyatlarımız elimizi yakmaya başlayınca, bir kaç yıl önce araştırmaya başlamış olduğum, ancak yarıda kalan, dünyadaki açlığın matematiğine dair bazı bilgileri yeniden arayıp buldum. Nasıl olabiliyordu da beyaz peynirin ülkesi kalkıp Almanlardan peynir ithal edebiliyordu? Kendi kendini besleyebilen yedi ülkeden biri olduğumuz söylendiğinde kandırmışlar mıydı bizi? O zaman %70’imiz çiftçiydik. Hepimizin toprağı vardı, ahırı, kümesi, bostanı vardı. Ama zamane politikacılarının tek bir vizyonu vardı, o da topyekun sanayileşmek. Sayileşmesine saniyileştik diyelim hadi, peki şu cebimize koyulduğu söylenen yıllık kişi başı onbin Dolar nerede? Meğer cebi deldirmişiz de haberimiz yok. Öyle olunca da para yetmiyor ne ete ne de ota. Böyle giderse bir gün hepten aç da kalabilir miyiz?

Açlığın tarifinden girersek konuya, yeryüzünde herkese yetebilecek kadar gıda üretilirken bir kısım insanın aç kalması, bir kısmının ise açlıktan ölmesi olarak tarif ediliyor uzmanlarca bu gerçek. Fazla mı gerçekçi oldu?

BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 2009 yılında dünya genelinde aç insan sayısının ilk kez bir milyarın üzerinde olacağını bildirdi. Bu yeryüzünde yaşayan her sekiz kişiden birinin aç dolaştığı anlamına geliyor. Aynı atmosferi soluduğumuz çağdaşlarımızdan 25.000’i her gün açlıktan ölüyor, yılda tam 9 milyon insan, bunların 6 milyonu 5 yaşın altındaki çocuklar. Açlık çekilen ülkelerde insan ortalama 38 yıl yaşarken, gelişmiş ülkelerde yaşayanların yaş ortalaması 70. Gelişmemiş ülkelerde açlıktan ölmeyenlerin durumu da pek iç açıcı değil; sadece ABD’de açlık sınırının altında yaşayanların sayısı 11 milyon civarında. Yaşam için gereken vitamin eksikliği ve yetersiz beslenme sonucu varlıklarını sürdürmeye çalışan engellilerin sayısı ise 2 milyar civarında, bu da yeryüzünde yaşayan her dört kişiden birinin sakat olduğunu gösteriyor. Etkilenenler büyük oranda kadınlar ve çocuklar. Asıl ironik bir gerçek de, açlık çekenlerin %50’sinin tarımla iştigal eden küçük çiftçiler ya da topraksız tarım işçileri olması.

Yeryüzünde üretilen tahılın %50’sini besi hayvanları tüketiyor. Sadece soya ürününün %90’ı yem olarak kullanılıyor; 1 kilo sığır eti için üretici 16 kilo soya tüketiyor. 1 hektar tarladan 12 ton kereviz, 10 ton domates, 8 ton patates, 4 ton elma, 2 ton yeşil fasulye ya da 1 ton kiraz alınabilecekken, aynı sahadan beslenen sığırdan elde edilebilecek et ise sadece 50 kg.

Yeryüzündeki tüm tarım alanlarının %67’si hayvancılık ve hayvan yemi üretimi için kullanılırken, sebze ve meyve üretimi için ise sadece %2’si uygun görülmüş. Basit bir hesapla bir sığırdan 200 kg et elde ediliyor, bu da 1500 öğün yemek eder. Oysa o sığırın beslenmesi için kullanılan tahılı insanlar yemiş olsalardı bu 18000 öğün ederdi. Diğer bir hesaba göre bir hektar alandan beslenen hayvanı yiyen insan karnını ancak 19 gün doyurabilecekken, aynı alandan elde edilen tahılla beslenen insan ise 217 gün karnını doyurabiliyor. Her yıl 15 milyar besi hayvanının kanı toprağa karışıyor. Toprak kan kokuyor, ama zenginlerin ve tokların burunları bu kokuyu almıyor.

Vejeteryan sitelerinde araştırma yaparsanız, tarım ve beslenme politikası yoksunu, doyumsuz insanın etçil beslenme ihtirası hakkında daha korkutucu bilgilere de ulaşabilirsiniz. Açlığın başlıca nedeni doğal, ya da iklimsel dalgalanmalara karşı insanın çaresizliği gibi gösterilmeye çalışılsa da, savaşlar ve kötü yönetişim neticesinde ortaya çıkan sosyal ve ekonomik sorunların, dünyada nüfus planlamasını yönlendiren “gelişmiş” ülke stratejistlerinin ahlaksız politik tasarımlarından başka bir şey olmadığını söyleyenlerin sayıları hayli fazla.

Önceleri topla, tüfekle, orduyla yapılan işgaller vardı. Verimli topraklar kolonileştirilirken ülke halkları da köleleştirilirdi; koloniyal düzen işçi ve hammadde ihtiyacını bu şekilde bedava olarak karşılıyor ve ülkeye ithal ediliyordu. “Uygarların” ülkelerinde hüküm süren feodal düzenin yerini alan sosyal devlet, sanayileşme ile birlikte bir yandan çevre kirliliğini, bir yandan da kendi toplumuna yabancı insanları ülkeye ithal etmekte olduklarını, artan sosyal maliyetleri karşılamakta ise zorlandıklarını anladığında, yeni çözümler aramaya karar verildi.

Bulunan çözüme gelince, hammaddeyi işleyecek tesisler yoksulların ülkesine ihraç edilecek, bir yandan ağır hammadde yerine hafif mamül madde taşınarak nakliyattan, bir yandan da sosyal maliyetlerden ve ülke muhasebesini zorlamaya başlayan kirlilik ve atıklardan da tasarruf edilmiş olunacaktı.

Bugün kendi hükümetlerince kollanan ve dünya ticaretini elinde tutan küresel güçler ucuz işgücünün ürettiği sanayi ürününü öteki yoksullara pahallıya satarak, karlarını maxsimize edip, giderek zenginleşirlerken, Neokoloniyalist yeni düzenin yeni köleleri kendi ülkelerinde hiç de sosyal olmayan yönetimlerce açlık sınırında yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Nedenlerini biz anlamakta zorluk çeksek de, gelişmiş ülkelerin akıllı ayılarını kendi sistemlerinin yarattığı akıntıya karşı yegane kafa tutma yöntemi olarak, ürünü zaman zaman bilinçli olarak gösteri mahiyetinde de olsa telef ettiklerini görürüz. İnsanın sorası geliyor, nasıl bir sistemdir bu vicdansızlığı besleyen ve büyüten? Açlıktan nefesi kokan yoksul toplumların emeğini sömüren, onlara kendi uniformalı ve kravatlı vatandaşlarınca kan kusturan sistemler bu işleri kendi vatandaşının refah ve mutluluk içinde sessiz kalması için yapmıyorlarsa ne için yapıyorlar?

Küçükler farkında değiller, hazır bir kriz bahanesi varken ortada, büyük masanın etrafındaki büyük abiler şimdi büyük pastayı yeniden pay etmekle meşguller. Hele şu kartlar yeniden bir dağıtılsın, yeni sömürü düzeni yerli yerine otursun, uygar sistem nasılsa sizin oyunuzu almak için size de pastadan boyunuza göre bir parça uygun görecektir. Hayatının uzun bir sürecini “uygarların” ülkesinde yaşamış bir barbar olarak ben, protestoların ilkelliğine şaşmak ve hayret etmekten gene de geri duramıyorum. Onca sütü yağ, yoğurt ya da peynir, domatesleri salça, lahanaları turşu, meyvaları komposto yapıp da açlara gönderseydiniz daha etkili olmaz mıydı protestonuz? O zaman gerçekten de sizi takdir eden birileri bile olabilirdi yanınızda.

Hani biz de özeniriz ya hep sizlere, isteriz ya alın bizi de birliğinize diye, şimdi biz de size benzer miyiz bir gün diye bir korku aldı içimi ve ürperdim bir an. Bizim köylümüz yapamaz diye düşündüm, aklına bile getirmez, nimete hıyanet etmez; insanımız yokluk ve yoksullukları bilir dedim, kendimce. Ama gösteriyi yapanların da analarından varlıklı doğmadıklarını düşündükçe artık o kadar da emin olamıyorum.

Bir de açlığı fırsata dönüştürmek üzere sahneye çıkan yeni kahramanlar var; onlardan söz etmeden bu yazıyı sonlandırmak aynı şahıslara haksızlık etmek olurdu. Gen teknolojileri ve genetigi değiştirilen ya da manipule edilen ürünlerle dünyada açlıkla mücadele edilebileceğini savunanların sayısı giderek artıyor. Yoksulları kendi kısır ürünlerine mahkum etmek isteyenler yeni tuzaklar kuruyorlar her yeni gün. Yeni izinler yazılıyor, artan sayıda genetiği piçleştirilmiş ürün giriyor yoksulların ülkesine. Aç olunca insan ne bulursa yiyecek nasılsa. Topyekün sanayileşmeyi vaad edenlere kanıp, toprağını satan, nefes nefese kente koşanların hayalleri sele kapılıp gitti, giydirilen pantalonların cepleri delik çıktı. Bu yolculuğu bu şekilde sürdürebilmek için ya çok zengin olman gerekiyor ya da çok cahil. Sistem çölde aşk merdiveni yetiştireceğim sana ihtiyaç var dese, sen gene koşar gelirsin garibim...

Güneşin Gözyaşları

Ortaçağda Kralların ya da Derebeylerin en büyük düşünü gerçekleştirme görevine soyunan Simyacıların işi hayli zordu, altın yapmak. Bunu hiç bir zaman beceremediler ve işvereni memnun edememenin bedelini çoğu hayatları ile ödediler.

Aynı tarihlerde Cristof Kolomb Amerika’yı keşfetmişti. Colomb sadece Amerika’yı keşfetmekle kalmadı, yerli halkların altınlarını da keşfetti. Bunu duyan Avrupalı papazlar da krallarından aldıkları yetki ile Amerika’ya İnka ve Aztek altınlarını çalmaya gittiler. Güneş İnkaların tanrısıydı, altın da onun gözyaşları. Güneşte altın gibi parlayan miğferlileri gördüklerinde, güneşin doğduğu yönden gelmesini bekledikleri tanrılarının ağladığını düşünerek onları kucaklamaya koştu yerli halk. Eli kılıçlı altın kasaplarının gelmiş olduklarını anladıklarında iş işten geçmişti. Kalyonlar dolusu altın Avrupa’ya taşındı. Bir o kadarı da Karaib denizinin fırtınalarına gömüldü. Bu sayede Karaibler de geleceğin define avcılarının en gözde ziyaret merkezlerinden biri oldu.

Altın denince, peşinde koşanların gözleri ne denli kamaşmışsa, arkada kalanların gözleri de o denli yaşarmıştır. Eldorado’yu arayanlar ya da Klondike yolunda kaybolanlar hakkında istatistiki bilgiye sahip değiliz. Ama bilinen bir gerçek var ki, o da yaşamları pahasına altını bulan çok az sayıda kimsenin zengin kalabilmiş olmasıdır. Amazonlar’da yaşayan Garimperos halkının altın uğruna başlarına gelen çevre felaketi çarpıcı örneklerden sadece biri. 1 ton deniz suyunda 0.0004 miligram altın bulunduğu tespit edildiğinde, Fritz Haber adındaki "uyanık" kimyager bunu elde etmek için varını yoğunu bu işe gömdükten sonra, bu yöntemle elde edilecek altının yatırımı karşılamayacağını anlamış ve hayalinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Şimdilere gelirsek, modern simyacılarımızı nükleer fisyon ve füzyon laboratuvarlarında, altını sentezlemeye kafaları takık bir şekilde iş başında görürseniz hiç şaşırmayın.

Şu anda dünyada yıllık altın üretimi 2600 ton civarında.

Altın doğada saf olarak bulunan bir metal; yani bir demir cevheri gibi oksit olarak bulunmadığından kimyasal bir işlemden ziyade, mekanik bir ayrıştırma yöntemi kullanmak gerekiyor. Altına damar halinde nadiren ulaşılabiliyor. Bu nedenle de içinde bulunduğu taş ve kayalık malzemeden ayrıştırılması gerekiyor. Bilinen en ilkel ve temiz yöntem nehir yataklarında ağırlığı ile çökelmiş altını yıkama yolu ile elde etmektir.

Oysa, “Modern” dünyamızda dahi altın, antik dönemden beri bilinen ve kullanılan bir yöntemle, cıva ile ayrıştırılarak elde edilmektedir. Altın cıva ile kolayca birleştiği için, madenin ayrışımı için cıva kullanılır. Bu işlem sırasında Amalgam adı verilen cıva-altın karışımı oluşur. Karışım ısıtıldığında cıva buharlaşır ve geriye saf altın kalır. Bu yöntem birilerini zengin ederken, nehir yatakları bol miktarda cıva ile kirletilmiş, birçok altın işçisi de öldürücü cıva buharına korumasızca maruz bırakılmıştır. Cıva da cıva buharı da öldürücüdür. Cıva deniz canlılarının dokularında kolayca birikebildiği için nehirlerden tutulan balıkları tek besin kaynağı olarak kullanan yerli halkların topyekün yokolmasının da başlıca nedenidir. Amalgam bir taraftan da hala diş dolgu maddesi olarak kullanılmaktadır; anlayacağınız hepimiz farkında bile olmadan ağzımızın içine kadar zehir yüklüyüz.

Altın madenciliğinin, aramanın ve çıkarmanın yeni ve zehirsiz, yani cıvasız ya da siyanürsüz metodları da vardır elbette.

-Bunlardan ilki 3.5 ton/saat kapasiteye kadar çalışan işletmeler için rantabel olan Wilfrey yöntemidir.
-İkincisi, 20 ton/saat kapasite ve üstünde çalışan orta ve büyük boy işletmelerin kullanabileceği JIG yöntemidir.
-Üçüncüsü de Knelson Santrifüjü’dür.

Üç metodla da çevreye kimyasal herhangi bir atık bırakmaksızın, altını cıva ve siyanür kullanmadan da %95-98 oranında ayrıştırmak olanaklıdır. Sağır sultan duymuş bu metodları, ama bizim ne bakanlarımız ne de görenlerimiz duyamamışlar. Hala duyabilirler ve ruhsat verirken şartnameye yazabilirler diye ümit ediyorum.

Ülkenin tüm mal varlığının satılmasına neredeyse ses eden kimse kalmadı. Altınlarımızı alıp götürmelerine engel olamıyoruz madem, zehirlerini topraklarımıza akıtıp gitmelerine engel olabilebilseydik bari.

Mantıksızlık Tamlaması

Matamatikle meşgul olduğum günlerden birinde, aklıma bir soru takılmıştı. Zaman zaman hala bunun üzerine düşünüyor olsam da, hala çözümünü bulabilmiş değilim. Matamatikçiler sorunun yanıtını biliyor olablirler mi bilemiyorum. Hattı zatında gerçek ile mantık arasına kurulmuş tuzak soru şu: Belirsizin kare kökü nedir?

“Belirsiz” matamatiksel olarak eksi(-) sonsuz ile artı(+) sonsuz arasında tanımlanmamış bir sayıdır. Şimdi sırayla gidelim.
Belirsiz sıfır ise, kare kökü de sıfır olacaktır.
Belirsiz bir ise, kare kökü de bir olacaktır.
Zaten belirsiz sadece sıfır ya da bir olursa, kare kökü de sıfır ya da bir, yani sayının kendisi olur. Sıfır ve birin dışında hiç bir sayının kare kökü kendisi ile aynı olamaz.
Sıfır ile bir arasındaki sayıların kare kökleri sayının kendisinden daha büyükken, birden büyük tüm sayıların kare kökleri o sayıdan daha küçüktür. Bir örnek vermek gerekirse, 4 sayısının kare kökü 2’dir, yani kendisinden daha ufak bir sayı. Buna karşın 0.25’in kare kökü 0.5 olur, yani kendisinden daha büyüktür.
Sayılar (+)sonsuza doğru yaklaştıkça, kare kökleri de sonsuza yaklaşacaktır ama hiç bir zaman sonsuz olamaz.
Sıfırın altındaki (-)sayılar için ise olay tamamen çözümsüz olur. Eksi bir değerin kare kökü irrasyonel ve komplextir, yani matematiksel olarak izah edilebilir olmanın dışında kalacaktır.

Şimdi neticeye bakalım.
Belirsiz sıfır ya da bir olsaydı, kare kökü de kendisi olacağından mantıksal olarak belirsiz olması gerekiyodu. Demek ki bunların dışındaki sayılar için belirsizin kare kökü, kendisi ile aynı sayı olamayacağından, belirsiz olamıyor. Belirsiz sıfır ya da bir olsaydı o zaman da zaten belirli olacaktı. Bu durumda belirsiz, sıfır ya da bir olamayacağına göre bu tespitten çıkarabileceğimiz yegane gerçeğin, belirsizin kare kökünün belirsiz olamayacağı varsayımıdır.
Ancak öte yandan belirsizin kare kökü belirli de değildir, çünkü belirli olabilmesi için belirsizin belirli bir değere sahip olması gerekirdi. Şayet belirsiz belirli olsa idi, bu kez de belirlinin kare kökü gene bir belirli olacaktı. Bu sefer de belirlinin mantıksal olarak sıfır ya da bir olması gerekirdi, çünkü bunların dışında belirli hiç bir sayının kare kökünün matamatiksel olarak kendisi ile aynı sayı olamayacağını daha önce belirlemiştik.

Özet olarak, belirsizin kare kökü belirsiz değildir. Ancak belirsizin kare kökü belirli de değildir. Buraya kadar belirsizin kare kökünün ne olmadığını anladık sayılır. Peki ya nedir?
Ben matamatiksel çözümü gene matamatikçilere bırakmaktan yanayım. Zaten bu mantıksızlık tamlamasına sadece bir gerçeğe dikkat çekmek için kafa yordum, o da belirsizliğini koruyan her olay her türlü mantıksız spekülasyona açık olduğudur.

Adım Gündöndü

Güneşe bakar, güneşe taparım.
Onunla uyanır, onunla yatarım.
Tethys ile Okeanos’dan doğdum.
Helios’a aşık oldum.
Sabahtan akşama, doğudan batıya
Gözümü hiç kırpmadım,
Onu izledim durdum.
O mu?
Leukothoe ile aldattı beni.
Ya tanrılar...
Onlar ne yaptılar?
Ona bir şey yapmadılar,
Yanlışı yapan benmişim,
Bir çiçeğe dönüştürüldüm.
Cezalıyım o gün bu gündür, günü izlemekle.
Bir sürü de adım var ülkeden ülkeye.
Helianthus ve Tournesol,
Girasol ya da napraforgo...
Güneşe bakan çiçek olarak bilir herkes beni.
Sadece Türkler ayçiçeği demişler;
Bir bildikleri varsa da,
Onu da ben bilemiyorum.

Pisalı Leonardo ile tanışalı neredeyse 1000 yıl oluyor. Fibonacci olarak bilinir o matematik dünyasında. İstatistik, ekonomi, para alemi ve borsa piyasalarınca da oldukça iyi tanınır bu Pisalı. Bu gün dahi bu kadar ünlü kalabilmiş olmak için ne yapmış olabilir Leonardo?

1-1-2-3-5-8-13-21-34-55-89-144-233-377-610-987....

sayılarını ard arda sıralamış. Bu sayıların ne özelliği var, matematikçi gözü ile bir bakalım şimdi? Önce, ard arda gelen iki sayının toplamının üçüncü sayıyı oluşturuyor olması ilk dikkatimizi çeken nokta. Eee.. ne olmuş yani de denebilir. Biraz daha dikkatli baktığımızda göreceğiz ki, dizilişteki bir büyük sayıyı bir önceki sayıya böldüğünüzde alttan ve üstten, yeryüzündeki bir çok şifreyi içinde barındıran ilginç bir sayıya doğru yaklaşmakta olduğumuzu fark ediyoruz, şöyle ki.

1/1= 1
2/1=2
3/2=1.5
5/3=1.666..
8/5=1.6
13/8=1.625
21/13=1.61538
34/21=1.61904
55/34=1.61764
89/55=1.61818
144/89=1.61797
233/144=1.618055
... ve böylece devam ediyor. Dizide sayılar yükseldikçe, giderek matematik, felsefe, sanat, mimari ya da müzik dünyasının öncelikle farkına varmış olduğu, estetik ve ideal oran, ya da altın kesim veya altın oran olarak bilinen bir sayıya yaklaşmakta olduğumuzu fark ediyoruz. Varlıkları derinlemesine biraz daha dikkatlice incelediğimizde, yeryüzünde olduğu kadar uzayın derinliklerinde, ekolojik yaşamın içinde olduğu kadar, ekonomik işleyiş ve alış verişlerde, Fibonacci sayısal dizilimine uygun olarak kurgulanan yapılaşmaların evrimleşerek kalıcılıklarını pekiştirdiklerini görürüz. Şimdi örneğin, alt resimdeki şu yaprak dizilimine bir bakalım.

Eğer yapraklar 30, 60, 90 ya da 45, 90, 180 gibi tekrarlanan açılarla dizilmiş ve aynı boyda olsalardı birbirlerini gölgelemiş olacaklardı. Oysa, yapraklar birbirleri ile 137 derecelik bir açı ile dizilmişler, ayrıca üstlerdeki yaprakların boyları alttakilere göre giderek kısalıyor. Bu yapı tesadüfen olmuştur diyebilir miyiz? Altın açı olarak da bildiğimiz ve kendini hiç bir zaman tekrarlamayan 137 derecelik bir açı ile dizilen yapraklar, birbirlerini en az şekilde gölgelediklerinden, bitkisel yaşamın kaynağı olan ışığı da en verimli şekilde kullanırlar.

“Matematiği doğanın kurguladığı yapılarda gözlemledim, doğal yapıların sayısal uyumunda aradım ve buldum.“ diyor Phythagoras, henüz Fibonacci’den de neredeyse 2000 yıl önce. Anlıyoruz ki, Fibonacci doğadan matematiği öğrenen ne ilk ve tek, ne de son insan olacak.


Şimdi Pisalı Leonardo Fibonacci ile bizim Gündöndü’nün tanışma zamanı geldi artık. Pisalı, eğitimli bir bir matematikçi olarak çiçeğin gözünün içine bakar bakmaz, çekirdeklerin ilginç dizilişini hemen fark etmiş olmalı.


Bir çok çiçekte olduğu gibi Gündöndü’nün tohumları da spiraller oluşturacak şekilde dizili; buradaki örneğimizde 1 no ile başlayan ve saatin ters yönünde dönen spirale bakarsak, 1-22-43-64-85-106-127-148-169-190-211-232-245 nolu çekirdekleri görürüz. Bu sırada 13 tohum var ve sayılar 21 fark ile artmakta.

Diğer taraftan, gene 1 no ile başlayan ve saat yönünde dönen spirale bakıldığında,
1-14-27-40-53-66-79-92-105-118-131-144-157-170-183-196-209-222-235-248-261 nolu 21 çekirdek görüyoruz; bu kez yer sayıları 13 fark ile artıyor. Dikkat edilirse gene 0-12 sayıları ile başlayan ve saat yönünde dönen 13 spiral varken, 0-20 sayıları ile başlayan ve ters yönde dönen tam 21 spiral bulunuyor. Gene dikkatlice bakacak olursak tüm ardışık spiraller merkezden bakıldığında bir birlerinden 137’şer derece şaşıtmalı olarak yer alıyorlar. Bu örnekte görülene 13-21 dizilimi denir. Artık biliyoruz ki 13 de 21 de Fibonacci dizilimindeki sayılardan.

Bunun gibi diğer başka doğal yapılanmalarda Fibonacci diziliminin başka sayısal örneklerine de rastlamak olanaklıdır. Gündöndünün çekirdekleri üzerinde elbette yazılı bir rakkam bulunmuyor, bu dizilimin matematiksel arka planını görebilmek için biraz da matematikçi olmak gerekiyor.

Yeryüzünü paylaşmakta olduğumuz öteki varlıklara dikkatlice bakabilmeyi öğrenip bir de onları anlamak için zaman ayırabildiğimizde, bionikçilere ilham kaynağı olacak kim bilir daha başka nelerin ayırdına varabileceğimizi bir düşünün.