Ayı balı bol bulunca..

Ne yapacağını atalarımız söylemiş zamanında, deyimi tekrara gerek yok.

Zaman zaman Avrupa Birliği çiftçilerinin atalarımızın deyimlerine nazire yaparcasına milyonlarca litre sütü sokaklara döküp saçtıklarını, sebze fiyatları düşünce de bunları da tarlaya ya da nehire attıklarını sıklıkla görürüz. Et fiyatlarımız elimizi yakmaya başlayınca, bir kaç yıl önce araştırmaya başlamış olduğum, ancak yarıda kalan, dünyadaki açlığın matematiğine dair bazı bilgileri yeniden arayıp buldum. Nasıl olabiliyordu da beyaz peynirin ülkesi kalkıp Almanlardan peynir ithal edebiliyordu? Kendi kendini besleyebilen yedi ülkeden biri olduğumuz söylendiğinde kandırmışlar mıydı bizi? O zaman %70’imiz çiftçiydik. Hepimizin toprağı vardı, ahırı, kümesi, bostanı vardı. Ama zamane politikacılarının tek bir vizyonu vardı, o da topyekun sanayileşmek. Sayileşmesine saniyileştik diyelim hadi, peki şu cebimize koyulduğu söylenen yıllık kişi başı onbin Dolar nerede? Meğer cebi deldirmişiz de haberimiz yok. Öyle olunca da para yetmiyor ne ete ne de ota. Böyle giderse bir gün hepten aç da kalabilir miyiz?

Açlığın tarifinden girersek konuya, yeryüzünde herkese yetebilecek kadar gıda üretilirken bir kısım insanın aç kalması, bir kısmının ise açlıktan ölmesi olarak tarif ediliyor uzmanlarca bu gerçek. Fazla mı gerçekçi oldu?

BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 2009 yılında dünya genelinde aç insan sayısının ilk kez bir milyarın üzerinde olacağını bildirdi. Bu yeryüzünde yaşayan her sekiz kişiden birinin aç dolaştığı anlamına geliyor. Aynı atmosferi soluduğumuz çağdaşlarımızdan 25.000’i her gün açlıktan ölüyor, yılda tam 9 milyon insan, bunların 6 milyonu 5 yaşın altındaki çocuklar. Açlık çekilen ülkelerde insan ortalama 38 yıl yaşarken, gelişmiş ülkelerde yaşayanların yaş ortalaması 70. Gelişmemiş ülkelerde açlıktan ölmeyenlerin durumu da pek iç açıcı değil; sadece ABD’de açlık sınırının altında yaşayanların sayısı 11 milyon civarında. Yaşam için gereken vitamin eksikliği ve yetersiz beslenme sonucu varlıklarını sürdürmeye çalışan engellilerin sayısı ise 2 milyar civarında, bu da yeryüzünde yaşayan her dört kişiden birinin sakat olduğunu gösteriyor. Etkilenenler büyük oranda kadınlar ve çocuklar. Asıl ironik bir gerçek de, açlık çekenlerin %50’sinin tarımla iştigal eden küçük çiftçiler ya da topraksız tarım işçileri olması.

Yeryüzünde üretilen tahılın %50’sini besi hayvanları tüketiyor. Sadece soya ürününün %90’ı yem olarak kullanılıyor; 1 kilo sığır eti için üretici 16 kilo soya tüketiyor. 1 hektar tarladan 12 ton kereviz, 10 ton domates, 8 ton patates, 4 ton elma, 2 ton yeşil fasulye ya da 1 ton kiraz alınabilecekken, aynı sahadan beslenen sığırdan elde edilebilecek et ise sadece 50 kg.

Yeryüzündeki tüm tarım alanlarının %67’si hayvancılık ve hayvan yemi üretimi için kullanılırken, sebze ve meyve üretimi için ise sadece %2’si uygun görülmüş. Basit bir hesapla bir sığırdan 200 kg et elde ediliyor, bu da 1500 öğün yemek eder. Oysa o sığırın beslenmesi için kullanılan tahılı insanlar yemiş olsalardı bu 18000 öğün ederdi. Diğer bir hesaba göre bir hektar alandan beslenen hayvanı yiyen insan karnını ancak 19 gün doyurabilecekken, aynı alandan elde edilen tahılla beslenen insan ise 217 gün karnını doyurabiliyor. Her yıl 15 milyar besi hayvanının kanı toprağa karışıyor. Toprak kan kokuyor, ama zenginlerin ve tokların burunları bu kokuyu almıyor.

Vejeteryan sitelerinde araştırma yaparsanız, tarım ve beslenme politikası yoksunu, doyumsuz insanın etçil beslenme ihtirası hakkında daha korkutucu bilgilere de ulaşabilirsiniz. Açlığın başlıca nedeni doğal, ya da iklimsel dalgalanmalara karşı insanın çaresizliği gibi gösterilmeye çalışılsa da, savaşlar ve kötü yönetişim neticesinde ortaya çıkan sosyal ve ekonomik sorunların, dünyada nüfus planlamasını yönlendiren “gelişmiş” ülke stratejistlerinin ahlaksız politik tasarımlarından başka bir şey olmadığını söyleyenlerin sayıları hayli fazla.

Önceleri topla, tüfekle, orduyla yapılan işgaller vardı. Verimli topraklar kolonileştirilirken ülke halkları da köleleştirilirdi; koloniyal düzen işçi ve hammadde ihtiyacını bu şekilde bedava olarak karşılıyor ve ülkeye ithal ediliyordu. “Uygarların” ülkelerinde hüküm süren feodal düzenin yerini alan sosyal devlet, sanayileşme ile birlikte bir yandan çevre kirliliğini, bir yandan da kendi toplumuna yabancı insanları ülkeye ithal etmekte olduklarını, artan sosyal maliyetleri karşılamakta ise zorlandıklarını anladığında, yeni çözümler aramaya karar verildi.

Bulunan çözüme gelince, hammaddeyi işleyecek tesisler yoksulların ülkesine ihraç edilecek, bir yandan ağır hammadde yerine hafif mamül madde taşınarak nakliyattan, bir yandan da sosyal maliyetlerden ve ülke muhasebesini zorlamaya başlayan kirlilik ve atıklardan da tasarruf edilmiş olunacaktı.

Bugün kendi hükümetlerince kollanan ve dünya ticaretini elinde tutan küresel güçler ucuz işgücünün ürettiği sanayi ürününü öteki yoksullara pahallıya satarak, karlarını maxsimize edip, giderek zenginleşirlerken, Neokoloniyalist yeni düzenin yeni köleleri kendi ülkelerinde hiç de sosyal olmayan yönetimlerce açlık sınırında yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Nedenlerini biz anlamakta zorluk çeksek de, gelişmiş ülkelerin akıllı ayılarını kendi sistemlerinin yarattığı akıntıya karşı yegane kafa tutma yöntemi olarak, ürünü zaman zaman bilinçli olarak gösteri mahiyetinde de olsa telef ettiklerini görürüz. İnsanın sorası geliyor, nasıl bir sistemdir bu vicdansızlığı besleyen ve büyüten? Açlıktan nefesi kokan yoksul toplumların emeğini sömüren, onlara kendi uniformalı ve kravatlı vatandaşlarınca kan kusturan sistemler bu işleri kendi vatandaşının refah ve mutluluk içinde sessiz kalması için yapmıyorlarsa ne için yapıyorlar?

Küçükler farkında değiller, hazır bir kriz bahanesi varken ortada, büyük masanın etrafındaki büyük abiler şimdi büyük pastayı yeniden pay etmekle meşguller. Hele şu kartlar yeniden bir dağıtılsın, yeni sömürü düzeni yerli yerine otursun, uygar sistem nasılsa sizin oyunuzu almak için size de pastadan boyunuza göre bir parça uygun görecektir. Hayatının uzun bir sürecini “uygarların” ülkesinde yaşamış bir barbar olarak ben, protestoların ilkelliğine şaşmak ve hayret etmekten gene de geri duramıyorum. Onca sütü yağ, yoğurt ya da peynir, domatesleri salça, lahanaları turşu, meyvaları komposto yapıp da açlara gönderseydiniz daha etkili olmaz mıydı protestonuz? O zaman gerçekten de sizi takdir eden birileri bile olabilirdi yanınızda.

Hani biz de özeniriz ya hep sizlere, isteriz ya alın bizi de birliğinize diye, şimdi biz de size benzer miyiz bir gün diye bir korku aldı içimi ve ürperdim bir an. Bizim köylümüz yapamaz diye düşündüm, aklına bile getirmez, nimete hıyanet etmez; insanımız yokluk ve yoksullukları bilir dedim, kendimce. Ama gösteriyi yapanların da analarından varlıklı doğmadıklarını düşündükçe artık o kadar da emin olamıyorum.

Bir de açlığı fırsata dönüştürmek üzere sahneye çıkan yeni kahramanlar var; onlardan söz etmeden bu yazıyı sonlandırmak aynı şahıslara haksızlık etmek olurdu. Gen teknolojileri ve genetigi değiştirilen ya da manipule edilen ürünlerle dünyada açlıkla mücadele edilebileceğini savunanların sayısı giderek artıyor. Yoksulları kendi kısır ürünlerine mahkum etmek isteyenler yeni tuzaklar kuruyorlar her yeni gün. Yeni izinler yazılıyor, artan sayıda genetiği piçleştirilmiş ürün giriyor yoksulların ülkesine. Aç olunca insan ne bulursa yiyecek nasılsa. Topyekün sanayileşmeyi vaad edenlere kanıp, toprağını satan, nefes nefese kente koşanların hayalleri sele kapılıp gitti, giydirilen pantalonların cepleri delik çıktı. Bu yolculuğu bu şekilde sürdürebilmek için ya çok zengin olman gerekiyor ya da çok cahil. Sistem çölde aşk merdiveni yetiştireceğim sana ihtiyaç var dese, sen gene koşar gelirsin garibim...