Öykü

ephemeroptera
daha alacakaranlıkta doğmamış mıydı?
sabah olmuş bir çırak,
öğlenden sonra filozof..
akşam derviş gibi coşmuş,
gece eceline koşmuş.


O tanıdık dürtü ile üçüncü kez karşılaşmıştı.. artık alacakaranlıkta birşeylerin olacağını seziyordu. Gün azar azar tepenin ardına doğru kaymış, gölgeler durgun göletin üzerine doğru iyice yatmıştı. Uzun bir süredir suyun üzerinde artarak süregiden faaliyeti izliyordu dikkatle, erkeklerin ölüm dansına ısınmalarını.. üçyüz milyon yıldır tekrarladıkları bu su üstü balesinin figürlerini tek tek anımsamaya çalışırken, çile dolu bütün bir ömrün görüntüleri geçti günün son ışığından kamaşan rengarenk gözlerinin önünden, gizlendiği yerde.

Su yüzeyine savrulmuş kuru bir meşe yaprağına usulca iliştirilmişti. Akşamın alacakaranlığında uçuşarak dans edenlerin uğultusu hayal meyal kulağında çınlıyordu. Ardından bastıran karanlık, sesleri bir anda yutmuş, ıslanarak dibe çöken yaprakla birlikte o da derin ve ıslak bir sessizliğe gömülmüştü.

Öncelikle suda yaşayabilmesi için gerekenleri düşündü. Solumak ve beslenmek, yüzmek ve tutunmak, ve daha nice yaşamsal işlevleri görebilecek organlar.. hemen işe koyuldu. Yedi gün içinde hepsini bitirdi, kendisini sarmalayan zarı da yırtarak dışarıya çıktı. Düşlediği özgürlüğüne nihayet kavuşmuştu.. heyecandan yerinde duramıyor, bir o yana, bir bu yana seyirtiyordu.

Göletin dibinde yalnız olmadığının ayırdına varması pek uzun sürmedi.

Orada onunla aynı kaderi paylaşan başkaları da vardı.. onun kadar şanslı olmayanlar, özgürlüklerinin bedelini çoktan ya bir kurbağaya ya da bir balığa yem olarak ödemişlerdi. Varolmanın, gerçekleşmesi özlemle beklenen güzel bir düşten ziyade bir ölüm kalım savaşı olduğunu, varkalmanın yolunun ise sakınmak ve saklanmaktan, korkmak ve kaçmaktan geçtiğini öğrenecekti. Aklı ona, sürekli olarak kuyruğu kısmayı öneriyordu. O da tırnaklarıyla sıkıca tutunduğu dipteki kayaların arasından karnı acıkmadıkça hiç dışarı çıkmıyordu. Ama içinde öylesine bir dürtü vardi ki..

Bütün bir yaşam saklanmak veya kaçmaktan ibaret olmamalıydı.

Düşünmeliydi ve düşündü... Sonra yeniden düşündü... Yeniden ve yeniden düşündü.
O bir düşünürdü artık.. yaşamını anlamlandırabiliyor, kendini değiştirebilmek için sürekli yeni fikirler geliştiriyordu. Sevemediği fikirleri yeniden gözden geçiriyor, onları değistiriyor ve yeniden düşünüyordu. İç dünyaya yaptığı bu tehlikesiz gibi görünen yolculuklar onu oldukça mutlu etmişti; dış dünyasını unutmuş, umursamaz ve hiç aramaz olmuştu.

O tanıdığı dürtü onu ikinci kez yokladığında Mayıs ayı gelmişti. Düşüne düşüne tam bir yıl geçirmiş olduğunu, ama düşüncelerini bir türlü toparlayamadığını, düşün dünyasında kaybolmak üzere olduğunu anladı.. düşünmeyi bırakmalı ve yaşamalıydı.. sonsuza dek bir nemf olarak kalamazdı.. o bir sinekti ve kesin kararlıydı; sudan çıkacak ve onu yaratanlar gibi suyun üzerinde uçacak, dans edecekti, hemen yarın...
Kanatlanması gerekiyordu.. bütün gece çalıştı .

Bundan böyle suda yaşamayacaktı; öyleyse havadaki yaşamı için gereken değişimleri yapmalıydı. Solungaçlarını atarak işe başladı; rüzgarlardan etkilenmemek için gövdesini mümkün olduğu kadar inceltmeli, duyargalarını da iyice kısaltmalıydı. Havada dengesini sağlayabilmek için kendisine ince uzun muhteşem bir kuyruk yapmayı da ihmal etmedi. Kalın damarlarla örülü, şeffaf iki çift kanadı bitirip yerlerine taktığında tan ağarmak üzereydi. Aynaya baktı.. yapmış olduğu işten de, yeni görüntüsünden de pek memnun kalmıştı. Artık uçuşa hazırdı.

Sabahın ilk ışıkları ile birlikte sudan çıkıp, özlediği özgürlüğe doğru uçuşa geçti. Bundan böyle ne bir balık ne de bir kurbağa korkutabilir, sindirebilirdi onu.. bu duygu ile iyice çoşmuş, yükseklerde neşe ile fırdönüyordu. Bütün bir sabahı böylece uçuş egzersizleri yaparak geçirdi. Öğlen olduğunda artık usta bir uçucu olmanın tam tadına varmıştı ki, bu yeni dünyada da düşmansız olunamayacağını anlamakta gecikmedi. Önce bir yabanarısı ona dalışa geçmis, arkasından da bir arıkuşu ikisini birden kapmaya çalışmıştı. İyi ki bütün sabah uçuş talimi yapmışım diye düşündü.. onların ellerinden kıl payı kurtulmuştu. Yere konmus, korkudan tir tir titreyen uzun kuyruğunu zor taşıyan incecik bacakları üzerinde soluklanıyordu.. bokböceği ile örümceğin peşine düşebileceklerini doğrusu hiç akıl edememişti.. kaçtı, gene kaçtı ve saklandı.

Giden günle birlikte ortalık oldukça sakinleşmis, o da biraz rahatlamıştı. Ama gene de temkini elden bırakmıyor, sindiği yerden kocaman gözlerle etrafını petek petek kolaçan ediyordu. Daha sudan çıkalı bir kaç saat olmuştu, ama şu başına gelenler..

Yağmurdan kaçarken doluya mı tutulmuştu ?

Bütün gün kovalanmaktan nefes nefese kalmıştı; ağzına bir lokma bile koymamış olduğunu anımsadı.. aslında midesi kazınıyor olmalıydı.. ama o da nesi.. ağız parçalarının bir kısmı ile sindirim sistemini, uçuş takımlarının yapımında kullanmamış mıydı?.. irkildi... Ne yapmalıydı?.. pişmanlığın ecele faydası olabilir, diye düşünmüştü tam da göletin üzerinde süregiden o faaliyetin ayırdına vardığında.

Erkeklerin başlattığı dansa her yönden sürüler halinde gelen kızlar iştirak ediyorlar, eşlerini bulanlar suya değercesine uçuyorlar, kah suya dalarak, kah göge dikilerek sergiledikleri değisik aşk figürleri ile coşuyor, kendilerinden geçiyorlardı.

Ömür boyu süren bir hazırlık.. derinlerden bir yerden yüzeye çıkan bir bekleyiş..

Özlenen güne kavuşmuş olmanın hafifliği içinde incecik bacaklarının suya bastığını farketti. Ona açlığını bile unutturabilecek dayanılmaz bir cazibenin çekim alanı içine doğru sürüklenmiş, kanatları onu kendi iradesinin dışında, sürmekte olan dansa katılmak üzere, gölete taşımıştı... Eşini bulmakta gecikmedi.. ikisi birden mutluluktan uçtular.. ve uçtular. Birer derviş gibi vazgeçmişlik içinde bir o yana, bir bu yana salındılar. Bir ömür boyu özledikleri, bekledikleri, düşledikleri, ve hazırlandıkları bu dans bütün bir akşamüstü sürdü. Sonra gece geldi.. mutluluk, yorgunluk ve açlıkları ile birlikte sulara gömüldüler. Bir ömür boyu ellerinden hep kurtulabildikleri aynı balıklara şimdi gönüllerince yem oluyorlardı..

Ahmaklar düşünmüş, filozoflar derviş olmuş.. birgünsineği bir yıl didinmiş, bir akşam dans edebilmek için. Sesi suya bıraktığı yavruların yavrularında üçyüzmilyon yıldır çınlamaya devam ediyor.


*


O sabah henüz olmamıştı; uyku ile uyanıklık arasına karışan ötüşü ilk kez duyuyordum. Hangi kuştu acaba flütü andıran sesiyle beni uykunun dışına çağıran ?

Yataktan inmiş, kapıyı açmış ve ağaçların arasına karışmıştım. Ayaklarımın ıslak toprağa bastığını farkettiğimde ormanın ıssızlığından bana seslenene doğru alacakaranlıkta usulca ilerliyordum. Mahmurluğu üzerimden ancak atabilmiş, o güne dek yörede tespit ettiğim 42 tür kuştan hangisinin sesi bu diye de düşünüyordum bir yandan. Bunu öğrenebilmenin tek yolu ona ürkütmeden yaklaşabilmek ve onu görebilmekti.

Az ilerideki gölgeliğin içinde nihayet onun kıpırtılarını görebildiğimde bir anda heyecandan kalp atışlarımın yükselmesine engel olamadığımı hissettim. Kumru büyüklüğünde olduğunu farkettim, ancak gölgelerin içinde henüz renklerini seçemiyordum. Kah ötüyor, kah nefes almak için duruyordu, kah ağaçtan yere atlıyor, sonra gene ağaca geri zıplıyarak ötmeye devam ediyordu. Sanırım dişisine kur yapıyor olmalı ki, ona yaklaştığımı bile fark etmiyor diye düşündüm. Çıt çıkarmadan ayaklarımı yerde sürüyerek, ya bir çalıyı, ya da bir ağaç gövdesini kendime siper ederek adım adım ona iyice yaklaşmıştım ki, bir anda ormana sızan bir ışıkta gövdesinin altın sarısı parıltısı gözüme takıldı; o an yere çivilenip kalmıştım.
Sarıasma; bu bir Sarıasma’ydı.

Zihnimde çakan bir şimşek beni 17 yaşlarıma geri götürmüş ve onu geri getirmişti. Babamla sık sık ava çıktığımız günlerdi. O süzülerek gelipte karşımdaki incire oturduğunda benim bugün bu güzelliği gören gözlerim neredeydi acaba? O zaman onun sesini tanıyor olsaydım ateş edebilir miydim? Ötebilecek fırsatı bile olamamıştı ki; çiftenin geri tepmesini omzumda duymamla birlikte ağaçtan yere düşmüştü. Onu almaya gittiğimde henüz ölmemişti, kıpırdayamadan yerde yatıyor ve gagasının kenarından kanıyordu. Boynunu kırarak yaşamını söndürdüğümde ise daha sonra içine düşeceğim boşlukta bende de bir şeylerin kırılacağını bilemezdim. Bir daha hiç ava çıkamadım. O günden bu yana hep içimde beslediğim hayvanın korkusu ile bir arada yaşayacaktım.

Orada ağaçların gölgesinde öylece donakalmış duruyor, hayranlıkla onu seyrediyor, onu dinliyordum. O ise biraz sonra benim burukluğumdan, benim ona hissettiğim sevgiden habersizce yeniden uzaklara seyirtecekti.

Sarıasma bir şey mi söylemişti, bir mesaj mı getirmişti bana? Eve geri döndüğümde uzun yıllardır içinde dolanmakta olduğum karanlığa aralanan bir kapıdan içeri doğru bir ışığın sızmakta olduğunu fark ettim. Bu ışık ümitti, beni dışarı çıkmaya davet eden; yaşamın ümit olduğunu söyleyen bu ışığa doğru yöneldim.

İçine doğduğum sanal dünyanın dokunulamazlığının o anda zihnimden yıkanıp gideceğini hissedebiliyordum artık. Toprağa basabiliyor, havayı koklayabiliyor, suyun ellerimim arasından aktığını görebiliyordum; ateşin yakıcı sıcaklığı tenimin varlığını yeniden hatırlattı bana. Taşa dokundum, ağacı anladım, insanı düşündüm insandan uzakta. Gerçek tam karşımda duruyordu burada ve çırılçıplak.

Yıllardır kağıda çizdiğim pastel renkli kayalıklar canlılarmış meğersem; fotoğraflarımdaki yapraksız ağaçların yeşil olduklarını fark ettim. Sevgi bulmuştu beni yeniden.