Akıntıya düşen...

Akıntının dışında durup, oradan akıl vermek, maval okumak kolaydır derler. Bunu diyenler akıl verenleri zaten pek sevmezler, onlar kendileri gibi, akıntının içinde tam olarak da ne yapacağını bilemeden boğulmamaya çabalayan birine akıl danışmayı tercih ederler. Boğulan, sürüklenen, itilip kakılan yakındır, tanıdıktır, danışılabilecek kişi odur. Girdaba kapılmış gidiyorsun, kıyıda duranın, canı yanmayanın umurunda mı? Seslensen sesini duyar mı? Duysa ne olacak, suya atlayıp seni mi kurtaracak?

Su yaratığı olarak tasarlanmadığımı bildiğimden beri akıntıya kapılmamaya dikkat ederim. Suyu anlayabilmek için, karada kalmayı, akıntıyı kavrayabilmek için de kıyıdan bakmayı yeğlediğimden beri canım daha az yandı. Suyun yeryüzünden buharlaşarak göğe çıktığını, yoğunlaşan buharın yağmur olup yağdığını, yere düşen suyun toprağa can verdiğini, yerin altında biriken suyun kaynak olup fışkırdığını, kaynağın ırmak olup aktığını, sonra da göle, denize ulaşıp oradan yeniden buharlaştığını görebilmek için bu doğal döngüye dışarıdan bakmam gerektiğini anlamıştım.

Yanıma gelen arkadaşa soruyorum “Bir akıntının içine düşmüşsün, sürüklenip gidiyorsun; hiç düşünmeden bana cevap ver, ne yaparsın?” diye. Siz de kendinizi sınamak açısından, bir an için gözlerinizi kapatın ve bir yanıt arayın; bakalım aklınıza ilk ne gelecek.

Aldığım cevaplara göre, insan genellikle ilk önce tutunacak ya bir kaya ya da bir dal arıyor. Yani insan aklı öncelikle onu sürüklemekte olan akıntının sonsuz gücüne karşı durma fikrini üretiyor. Gerçek yaşamda da bunu böyle yapmakta olduğu kuvvetle muhtemel. Takati kesilip, akıntının içinde boğulana dek onu sürükleyen büyük ve sonsuz güce karşı durma çabası...

Bize doğuştan böyle bir güdü yüklenmiş olabilir mi? Yoksa genetik bir sapma neticesinde oluşan yeni bir davranış tarzı ile mi karşı karşıyayız?

Bu davranışın nedenini irdelemek üzere yola çıkıyorum. Fizik dünyanın gerçeklerini gözardı edemem, metafizik inanışları da; evrim’e inanmaktan yanayım, ama redcileri redetmeden...

İnsanoğlunun ya da insankızının davranışlarının doğruluğunu değerlendirebilmek açısından akıntıya kafa tutmayanların dünyasına da sıkça yolculuk yapmam gerekecek, insan davranışlarının izlerini doğada aramak, hayvan davranışlarını gözlemleyerek, benzer durumlarda insanı ayrıştıran karar mekanizmalarının nasıl oluştuğunu tespit edebilmek ve davranışları öngörebilmek, doğru ya da yanlış doğal düzene kafa tutmalarını gerekçelendirebilmek bu yolculuğu cazip kılan nedenlerden bazıları. Statükoyu oluşturanların körü körüne vazgeçilmezlerinin de, onlara kafa tutanların savunularının da yıkılabilirliklerinin kanıtlarını doğal olgu içinde aramak ve bulmak pek de zor olmasa gerek.

İnsanın da, diğer canlı türlerinin de gerek birbirleri ile olan, gerekse içinde var oldukları ekosistem ile olan alış-verişlerindeki benzerliklerin sergilendiği bir düşünce galerisi imar edilebilir mi?

Tüm bu alış-verişlerin merkezindeki ölüm ya da açlık, beslenme ve üreme, üretim ve paylaşım halleri, kavga ve korku anları, hukuk ve adalet, suç ve ceza, inanç ve idealler, ahlak, gelenek, tabu ya da vicdan, etik ve estetik değerler, dişi ya da erkek bakış açıları, birey, aile, topluluk anlayışları, savunma mekanizmaları, şiddet, güç ya da silah kullanımı, ekonomi ve büyüme projeleri, eğitim, ulaşım, yapılaşma ile ticari uygulamalar, teknoloi ve hammadde kullanımı gibi alışkanlıkların irdelendiği bir yolculuğun izleri bu galeride sergilenebilir mi? Bu arada alış-veriş sözcüğü, pazar ya da markette yapmakta olduğumuz eylemden ziyade, yeryüzündeki ilişkiler zinciri içinde yer alan tüm değişim ve dönüşümlerin ifadesi olarak anlaşılması gerekiyor.

Asıl olan ne ya da esas olan, birinci derecede önem arz eden meselemiz ne? Asıla ve esasa dair beklentilerimiz doğru mu, gerçekleştirilebilir mi? Gerçeğe ne kadar yaklaşabiliriz? Bunu ne kadar istiyoruz? Gerçekten sapmak daha mı doğru bir yol yoksa? Buna benzer daha nice sorular sorar insan yaşamı boyu. Nice kocaman kitaplar yazılır, dersler verilir gerçek sanılan üzerine, gerçeğin etrafında döner durur, insan zihninin ürünü çoğu kavram. İşte ‘çevre’ mesala, bir şeyin etrafını anlatan, o şeyin tesir alanına ait olan anlamında bir kavram; ya çevrelenen şey ne?

İnsan...

Bu evrende kendini merkezde konumlandırma konusunda oldukça hevesli olan canlının ikinci büyük yanılgısı. Birincisi neydi diye mi soruyorsunuz; tüm evrenin onun yaşadığı dünyanın çevresinde döndüğü zannı.

Çevre hareketi içinde yer alanlar ne denli haklı bir kavga sürdürseler de, onları “çevreci” olarak niteleyen ve genelleştiren, sütçü, yoğurtçu, gazeteci, ayakkabıcı, eskici, hurdacı v.b. zenaat erbabına yakıştırılan bir kavramla anılıyor olmalarından rahatsızlık duymamaları, aslında “çevrecinin” çevre adını verdiği sorunsalı felsefi olarak içselleştiremediğinin de bir göstergesi. Oysa çevremizde olup biteni anlayabilme uğraşı içinde olan bilim dalına Ernst Haeckel henüz 1866’da “Ekoloji” kavramı ile anmayı uygun görmüş. Kavramın, Yunanca oikia(ev) ve logos(bilim) kelimelerinin birleşkesinden üretilmiş olması, konuya evin idaresi ya da bilimi olarak bakan, üzerinde yaşadığımız dünyayı, ait olduğumuz düzeni “evimiz” ya da “barınağımız” olarak algılayan parlak bir zihnin ürünü olduğunu görüyoruz. Ama gelin görün ki, uygulamada ‘uygar’ insan kendi ürettiği kavramı unutmuş, evi yaşanamaz hale getirecek eylemler ve etkinlikler alanında bir yarış başlatmış. Peki, ne oldu, hangi cazibenin peşine takıldı da bu insan bir zamanlar evi ya da barınağı olarak tanımladığı varlığın topyekun yıkımına girişmiş bulunuyor. Onun bu ego-merkeziyetçi aklının sapma nedenlerinin doğada başka örneklerini de gözlemleyebilir miyiz?

Önce şu bizim meşhur akıntıya geri dönelim; dala tutunan arkadaşımız henüz sürüklenip gitmemiş. “Sigorta iflas etmemiştir umarım.” diye dua ediyor ve kurtarıcıların gelmesini bekliyor, öyle oracıkta. Küçükken dedesinin anlattığı hikayeleri anımsıyor, boğazı yüzerek karşıya geçerlermiş, hatta bir seferinde adalara kadar yüzerek gidip gelmişler. O ise yaşamın malum akıntısı içinde yüzmeye ayıracak vakti hiç bulamamış, şimdi kendine güvenini yitirmiş ve apışıp kalmıştı. Öyleyse ona helikopterimizden bir halat sallandıralım, kurtaralım akıntıdan ve deneyin ikinci safhasına geçelim.

Sokaktan bir kedi ya da bir köpek kapalım, hayvansevenler duymasın ama, kaptığımız gibi atalım onu da aynı nehire ve izleyelim ne yapıyor diye. Dala mala tutunmayı hiç düşündüğü yok, akıntıyla akıp giderken bir yandan da kıyıya doğru yüzüyor. Nerede sığ ve sakin suyu bulursa, oradan kıyıya çıkacak, silkelenecek, kürküne takılan suyun son zerreciklerini de üzerinden sıyırıp atacak. Su dünyasına ait olmadığını iyi bildiği anlaşılıyor. Biraz da aklı varsa hemen uzaklaşacaktır oradan, size yan yan bakaraktan. Belli mi olur tutar bir deneme daha yapmaya kalkarsınız, kanıtın bilimsel olması da gerekiyor ya.

Neyse hayvanımız da kurtuldu sonunda akıntıdan. O kendi çabasıyla çıktı kıyıya; soramadık, nereden biliyordu ne yapacağını ya da kim öğretmişti ona ne yapması gerektiğini bu durumda.

Ya şu bizim akıllı... Sistemin içinde sürüklenirken, tüm genetik bilgiyi unutan ve kendine olan güvenini kaybeden herkes gibi o da kendince tedbirini almış, “akıntı sigortasını” yaptırmış, tüm yaşamı boyunca da çalışmış çabalamış, taksitlerini hiç geciktirmeksizin ödemiş ve kurtarılmayı da hak etmişti. Suya attığımız hayvanın düşündüğünü düşünmeye hiç gerek duymamıştı, çünkü kendini teslim etmiş olduğu sisteme güveniyor, ona helikopteri göndereceklerini biliyordu.